Solcular karşıysa o iş memleket hayrınadır
Vakanüvis
Eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal, 17 Nisan 1993 tarihinde aramızdan ayrıldı. Yenilikçi, vesayet karşıtı, sivil, yerli, muhafazakâr, dindar kimliğiyle öne çıkan merhum Turgut Özal, bürokrasideki görevleri döneminden başlayarak, Bakanlık, Başbakanlık ve devirlerinde sürekli belli bir kesimin hedefi olmuştu. Kendilerini “solcu” olarak adlandıran odaklar için Turgut Özal her zaman acımasızca eleştirilecek bir siyasi figürdü.
Namaz kılıyor diye “takunyalı” lakabı takmışlardı
Dr. Ömer Baykal’ın, Akademik Hassasiyetler Dergisi’nin 2019 yılı 6’ncı sayısında kaleme aldığı, “Türkiye’de Siyasetin Konsolidasyonu: Turgut Özal Dönemi” başlıklı makalesinde, Özal’ın inanç ve ideoloji dünyasına ilişkin değerlendirmeler yer alıyor. 13 Ekim 1927 tarihinde Malatya’da Mehmed Sıddık Bey ve Hafize Hanım’ın ikinci çocuğu olarak dünyaya gelen Turgut Özal, münevver bir babanın ve Anadolu değerlerini içselleştirmiş bir annenin ellerinde büyümüştü. Babası Sıddık Bey uzunca süre medrese talimi görmüş, dinî bilgisi kuvvetli, Osmanlıca, Arapça ve Farsçaya hâkim birisiydi. Sıddık Bey aynı zamanda, Osmanlı sonrası dönemin yeni mantalitesiyle kurulmuş Milli Eğitim’de öğretmenlik de yapan bir isimdi. Özal’ın annesi Hafize Hanım da namazında, niyazında klasik bir Anadolu kadınıydı.
İşte Özal’ın hayatı boyunca ibadetlerine olabildiğince dikkat eden pratiklerinin temeli, bu Anadolu ailesinin ortamında şekillenmişti. Özal, hele de 30, 40 yıl öncesi Türkiye’sinin “verili ortam”ında bile ne bürokraside ne de siyasette ibadet pratiklerini saklamamış, dindar olduğunu gizlememişti. Onun bu özelliği, bürokrasi, siyaset, iş dünyası, akademi ve medyada kendisine her zaman mesafeli davranılmasına yol açıyordu. Gazeteler ve mizah dergilerinde karikatürist ve yazarlar, bu özelliklerinden dolayı kısa sürede Özal’a ve çevresindeki ekibe, “takunyalılar” lakabını takmış, sürekli dindarlıklarını eleştiren, hakaretamiz yaklaşımlar ortaya koymuşlardı.
“Solcu yatağı DPT”de dindarlığını gizlemiyordu
Özal’ın, hayatı boyunca “Ne derler?” bariyerine fazlaca takılmaması, muarızlarının sürekli tepkisini çekiyordu. 27 Mayıs darbesi sonrasında kurulan, komünist Sovyet tarzı bir planlamacılığı esas alan, bu özelliğiyle de solcu uzmanlarla doldurulan Devlet Planlama Teşkilatı’na Adalet Partisi Genel Başkanı, Başbakan Süleyman Demirel tarafından adeta “kazara” müsteşar olarak atanan Turgut Özal, buradaki kadronun sürekli direnciyle karşılaşmıştı. Özal ise bunlara takılmamış, birçoğu dindar çevrelerden gelen gençlerle yakın bir çalışma ekibi kurmuştu. Uzunca bir süre solun hâkim olduğu bir kurumda Özal, üst düzey bürokrat olarak günlük namazlarını kıldığı gibi, Ramazan aylarında oruçlarını tutmaktan da geri durmamıştı. Aynı dönemde DPT’de çalışan, sonrasında ise gazeteci olan Emin Çölaşan, Turgut Özal’a bütün siyasi hayatı boyunca muhalif bir tutum sergilemiş, sık sık DPT günlerindeki dindar Özal portresini de anekdotlarla anlatarak eleştirmişti. Özal’ın her döneminde hakaret edecek lakaplar bulan basın, yıllar sonra da ona “Çankaya’nın şişmanı” diyecekti.
“Biz niye geriyiz, bu gelişmeler bizde niye olmasın?”
Özal’ın, Cumhuriyet’in kuruluşundan sadece dört yıl sonra başlayan hayatında, ülkede geri kalmışlıkla ilgili gördükleri, ileriki yıllarda yetki sahibi olduğunda icraatlarının itici motoru olmuştu. ABD başta olmak üzere yurt dışında geçirdiği zamanlar, Özal’ı derinden etkileyecekti. Oğlu Ahmet Özal, babası ile yaptıkları Amerika seyahatlerinde kendisine, “Biz niye geriyiz? Biz niye bunlara Türkiye’de sahip olmayalım? Sen dünyayla yarış edebiliyor musun? Başka ülkelerle yarış edecek adamların var mı?” dediğini, babasının beşerî ve fizikî kalkınmaya önem vermesinde bu seyahatlerinin büyük tesiri olduğunu anlatmıştı.
Turgut Özal’ın; Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı döneminden başlayarak sergilediği yenilikçi yaklaşımları, ülke ve millet menfaatini önceleyen politikaları, inanç özgürlüğüne alan açan duruşu, vesayet odaklarıyla elden geldiğince mücadele etmesi, “müesses nizam”ı rahatsız edici özellikleriydi. Yurt içinde; kamu ve özel sektör arasında, sınırlı sayıdaki kişi ve grupların elinde, geniş halk yığınlarının aleyhinde işleyen ekonomiyi, rekabetçi bir konuma taşımak istiyordu. Bu durum; sınırlı, kalitesiz ve pahalı malları, yüksek gümrük duvarları aracılığıyla korunaklı bir biçimde ülke içerisinde, kendi vatandaşlarına pahalı satan odakları, onlarla içli dışlı bürokratik ve siyasi merkezleri rahatsız ediyordu. Basın da, kendisini reklamlarıyla ayakta tutan bu çevrelerin istediği içerikte medyatik üretimlerle sürekli Özal’la uğraşıyordu.
“Solcular ne derse tersini yaparım”
“Basın özgürlüğü” adı altında en ağır eleştirilere maruz kalan, yaşam biçimi ve dini pratikleri eleştirilen, çok satan gazete ve dergilerdeki karikatürlerle kişilik haklarına saldırılan Özal, bu çevrelerin neden böyle davrandığını gayet iyi biliyordu. Verdiği bir röportajda “solcular”la ilgili şunları söylemişti: “Ben bir icraat yapacağım zaman, sol kafaların yazdıklarına bakarım. Eğer hiç sesleri çıkmıyorsa o projeyi rafa kaldırırım. Yarısının sesi çıkmıyor yarısının çıkıyorsa o projeyi yeniler öyle yaparım. Bütün solcular projeyi engellemek için yaygara yapıyorsa hiç kimseyi dinlemem, o projeyi aynen yapar ve bitiririm. Çünkü bilirim ki o proje memleket için hayırlara vesiledir.”
Filistin’i tanımaya direnen bürokrasiyi dinlememişti
Turgut Özal, dış politikada da Türkiye’nin inanç coğrafyasını, zengin imparatorluk mazisini dikkate almaya özen gösteren bir yaklaşım içerisindeydi. Filistin konusunda çok duyarlı olan Özal, Filistinli önderlerle daima yakın ilişkiler kurmuştu. Özal Hükümeti, 15 Kasım 1988’de, sürgünde ilan edilen Filistin Devleti’ni ilk tanıyan ülke olmuştu. Merhum Özal bu kararı alırken, devletin değişik kademelerinden, özellikle de Dışişleri ve askerî bürokrasiden büyük direnç görmüş ancak “Demokrasilerde son sözü seçilmiş iktidar söyler.” diyerek itirazları geçersiz kılmıştı. Özal, yine bürokrasi direnci ve medyanın eleştirilerine rağmen Müslüman Arap dünyasının geneliyle de iyi ilişkiler kurmuştu. Ayrıca, Özal dönemine kadar alt statüde iştirak edilen İslam Konferansı Örgütü’ne eşit statüde katılım da onun döneminde gerçekleşmişti.
Turgut Özal’ın vesayet odaklarına yönelik önemli bir başka adımı da Genelkurmay Başkanlığı için adeta otomatiğe bağlanan atama sistemini geçersiz kılması olmuştu. Özal, 1987 yılı Temmuz ayında emekli olan Genelkurmay Başkanı Necdet Üruğ yerine, TSK’nın tavsiye ettiği Necdet Öztorun’u değil, Necip Torumtay’ı atayarak, o güne kadar “tavsiyeleri” her zaman dinlenen askeri bürokrasi geleneğine esaslı bir darbe indirmişti.
Özal: 2000’li yıllarda devlet güçlenecek, vatandaş değer kazanacak
Siyaset yaptığı yılların büyük bir bölümünde; geçmişin ve döneminin politika anlayışından, bürokratik baskılardan şikayet eden Turgut Özal, Cumhurbaşkanlığının ilk aylarında yaptğı bir konuşmada, Türkiye’nin 2000’li yıllarda çok daha iyi bir noktada olacağını dile getirmişti: “Devlet, serbest sistemi düzenleyen olacaktır. Hürriyetçi, serbest ortamda vatandaşa değer verecektir. İnsanları doğru işler için teşvik edecektir. İnsanlar sivil yaklaşımlarla işleri daha iyi yerlere götürecektir. Devlet sadece, işlerin geniş bir çerçevesini çizecektir. Özgürlükler, din ve vicdan hürriyeti, fikir ve düşünce hürriyeti, teşebbüs hürriyeti ilerlemeyi getirecektir.”
Özal bu hedefe ulaşmada, kurduğu Anavatan Partisi’ne de büyük bir önem atfetmekteydi. ANAP’ın iç çekişmelere sahne olduğu bir dönemde yaptığı konuşmasında, “Allah bizi diğer partilerin düştüğü akıbete hiçbir şekilde düşürmesin. Allah göstermesin, Anavatan’a bir şey olduğu takdirde Türkiye’nin başına gelecek şeyleri şu günden görür gibi oluyorum. Çünkü karşımızdakilerin durumunu, fikirlerini, tutarsızlıklarını biliyorum.” demişti. Gerçekten de Turgut Özal’ın 1993 yılında vefatının ardından Türkiye, 28 Şubat Süreci’ne girmiş, özgürlükler baskılanmış, ekonomik olarak da iflas noktasına gelmişti.
“Sivil ve dindar Cumhurbaşkanı”
Merhum Turgut Özal, bütün bu düşünceleri, inancı ve hayat pratiğiyle millet nezdinde “bizden biri” algısına sahip olmuştu. Modern, liberal ve reformist karakterine rağmen sahip olduğu “muhafazakâr suret” Özal’ı, yerli ve sempatik bir siyasetçi ve devlet adamı haline getirmişti. Özal; toplumun geniş kesimleri ile buluşabilen, devletin en sert yüzünü bile yumuşaklıkla sergileyebilen, şefkâtli olduğu duygusu uyandıran, vatandaşlarla sıcak ilişkiler kurabilen biriydi. Turgut Özal’ın halk nezdinde daima bir kredisinin olmasının en temel nedenlerinden birisi ise kişisel hayatında dine, dindara ve dini inanca hürmet eden, özellikle başörtüsü konusunda yasakçı tutumlara direnen bir kişi olmasıydı. Celal Bayar hariç asker kökenli, seküler şahsiyetli Cumhurbaşkanları tarafından temsil edilen sembol makam Çankaya Köşkü, Özal’ın Cumhurbaşkanlığıyla birlikte olabildiğince sivil ve İslami bir kimlik kazanmıştı. Onun şu sözü akıllara kazınmıştı: “Cumhurbaşkanı oldum diye namazı mı terk edeceğim?”
GÜNDEM
11 Aralık 2024SPOR
11 Aralık 2024GÜNDEM
11 Aralık 2024SPOR
11 Aralık 2024SPOR
11 Aralık 2024GÜNDEM
11 Aralık 2024GÜNDEM
11 Aralık 2024